Ehlibeyt YOLU facebook sayfasını Beğenmeyi Unutmayın sevgili Canlar

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Aleviler selam alır verirken neden Ellerini kalplerinin üstüne koyarlar.?


Aleviler Selam Alıp Verirken Neden Ellerini Kalplerinin Üstüne Koyarlar.?  

Aleviler yemin ederlerken ellerini göğüslerine koyup ALAH EYVALLAH derler. Bu dahi AL-i Abâ’ya yani Ehlibeyte işarettir. Elin baş parmağı Hazreti Muhammed, Şahadet parmağı Hazreti Ali, orta parmağı Hazreti Fatıma, küçük parmak Hazreti Hasan, serçe parmak Hazreti Hüseyin’e delâlet ( işaret ) eder. Bunun içindir ki Aleviler elin parmaklarını açarak kalplerinin üzerine koyarlar ve bu şekilde selam verirler, selam alırlar. Elin göğse, kalp üzerine konmasının sebebi ise ( Al-i Abâ: Ehlibeyt ) her an benim gönlümde, içimde, kalbimdedir. Onları çok seviyorum. Onlar için canımı fedaya hazırım demektir. Alevilerin her hareketlerinde, her sözlerinde başka bir mana, bir işaret vardır.

Aleviler Neden İşaret Parmagını Öpüp Basına Koyar.?

Bu hareketin anlamı "niyaz vermek"tir.
Sağ elin işaret parmağı öpülür, alına götürülür ve sonra da kalbin üzerine konur.

Muhammed Ali Hızır, erenler evliyalardan bas ettiğimizde veya türbeye gittiğimizde ya da bir sohbet sırasında herhangi bir Pirden bahsederken niyaz veririz.

Bunun anlamı daima dilimde, başımda (başımın üstünde, aklımda) ve de kalbimdesin demektir


24 Mayıs 2017 Çarşamba

Hakkullah Nedir.?



HAKKULLAH NEDİR.?

ALEVİLİKTE HAKKULLAH (HUMS) Makale..Aleviler arasında “Hakkullah” oldukça yaygın kullanılan, ama son zamanlarda işlevini neredeyse yitirmiş bir terimdir. Gönüllü olarak kendisini 12 imam yolunun hizmetine adamış, bu uğurda Kur’an ve Ehli Beyt ilimlerini öğrenmiş, nefsini terbiye etmiş veya etmekte olan, ihlaslı, doğru sözlü, adil, haramlardan kaçınan ve günah işlemeyen seyyidlerin (bugünkü deyimle dedelerin);


- Halka inançlarını öğretmeleri,
- Batıl düşüncelerin saldırılarıyla mücadele edip halkı onlardan korumaları,
- İbadethaneler kurup görevlendirme yapmaları,
- İbadethanelerde dini ritüelleri yürütmeleri
- Ve toplumsal sorunlara çare bulmaları gerekmektedir.

Bunlar seyyidlerin asli görevleridir. Ancak bunları yaparken maddi sıkıntı içinde olmaları ellerinin-kollarının bağlanmasına ve hareket alanlarının oldukça sınırlanmasına neden olur. İşte bu nedenle Alevilikte seyyidlere (dedelere) “Hakkullah” verilir.

Hakkullah (Hums) Nedir?


12 İmam yolunda (gerçek İslam’da), yukarıda da bahsettiğimiz gibi yolun ihyası için
yüce Allah tarafından tüm müslümanlar “Hums” vermek ile mükellef kılınmışlardır. “Hums” alevi geleneğinde “Hakkullah” adıyla anılmıştır. Yani Hakkullah gerçekte Hums’tur ve beşte bir demektir. Kur’an’ı Kerim’de Enfal Suresi 41. Ayette geçen Allah’ın buyruğudur;

 "Biliniz ki, kazandığınız her şeyin beşte biri Allah'ın, elçisinin, (Peygamber'in) yakınlarının, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalanlarındır.”

Alevi geleneğinde Hums’a, Hakkullah denilmesinin nedeni, ayetten de anlaşılacağı gibi seyyidlerin dini ve sosyal hizmetleri yerine getirebilmeleri için kendilerine tabi olan Ehli Beyt muhiplerinden sadece Allah’a ait olan payı talep etmiş olmalarıdır. Alevi seyyidler ayette geçen Peygamberin, Peygamber yakınlarının, yetimlerin, fakirlerin ve yolda kalanların payını talep etmemişlerdir. Bu yüzden “Hums” yerine “Hakkullah (Allah Hakkı)” deyiminden istifade etmişlerdir.

Yukarıda zikredilen Hums ayeti gereği tüm Ehli Beyt taraftarlarının, muhiblerinin (sevenlerinin) ve taliplerinin “Hums” vermeleri gerekmektedir. Hums’un hangi şeylere tekabül edeceğini, diğer bir deyişle hangi mal veya kazancın beşte birinin verilmesi gerektiğini, Peygamberimiz ve Ehli Beyt’i açıklamışlardır. Özetle şöyledir;

1) Kazanç (Kar).
2) Maden.
3) Define.
4) Haramla karışmış helâl mal.
5) Denize dalmakla elde edilen mücevherler.
6) Savaş ganimeti.

Yukarıda bahsi geçen bu maddeleri kısaca açıklayalım;

1) KAZANÇ (KÂR)

Ticaret, sanat ve diğer (helal) kazanç yolları ile bir mal elde eden kimsenin kazandığı bu mal, kendisinin ve ailesinin yıllık ihtiyacından fazla olursa, fazla olan bu kısım kazançtır (kardır). Kazancın beşte birini vermelidir.

2) MADEN

Altın, gümüş, kurşun, bakır, demir, petrol, taşkömürü, firuze, akik, sülfat, tuz ve elde edilen diğer madenler zamanın imamının malıdır. Fakat biri onları çıkarır ve şer’i olarak da bir engel olmazsa, ona sahip olabilir. Nisap miktarına ulaşınca beşte birini vermelidir. (1)

3) DEFİNE

Define; taşınabilen ve insanların ulaşamayacağı şekilde yerin altında, ağaçta, dağda veya duvarın içinde saklanmış olan ve orda bulunması tabii olmayan mala denir. Herhangi birinin mülkü olmayan veya kendisinin işleyerek sahip olduğu ölü toprakta bulunan define, bulan kimsenin kendisinindir. Ancak beşte birini vermesi gerekir. (2)

4) HARAMLA KARIŞMIŞ HELÂL MAL

 Helâl mal, haram malla birbirinden ayırt edilmeyecek şekilde karıştığında, (temizlenmesi için) beşte biri verildikten sonra helâl olur.

5) DENİZE DALARAK ELDE EDİLEN MÜCEVHERLER

 Dalgıçlık vasıtasıyla, yani denize dalarak denizden çıkarılan inci, mercan veya diğer mücevherlerin değeri, 18 nohut [takriben 3.5154 gr.] altına ulaşırsa, beşte biri verilmelidir.

6) GANİMET

 Müslümanların Masum İmam'ın emriyle kâfirlerle savaşıp, savaşta ele geçirdikleri maldır. İmam'a has olan şeyleri ganimetten ayırdıktan sonra geriye kalan kısmın beşte birinin verilmesi gerekir.

Humus Kimlere Verilmelidir?

Hums ayetine dikkat edersek, verilen beşte biri altı paya ayırmaktadır;

"Biliniz ki, kazandığınız her şeyin beşte biri Allah'ın, elçisinin, (Peygamber'in) yakınlarının, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalanlarındır.”
1 inci pay Allah’ın
2 inci pay Elçisi’nin
3 üncü pay (Peygamberin) yakınlarının (Ehli Beyt’in)
4 üncü pay yetimlerin
5 inci pay yoksulların
6 ıncı Pay yolda kalanlarındır.

Allah’ın, Elçi’nin ve Ehli Beyt’in payı zamanın imamına verilmelidir. Diğer üç pay ise yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara verilmelidir. Yetim, yoksul ve yolda kalmışlara verilen payda eğer bu kimseler arasında seyyidler varsa, Hz. Peygambere hürmeten ve O’nun saygınlığını korumak için seyyidlere öncelik verilmelidir. Çünkü Peygamber’e ve Ehli Beyt’e sadaka haram olduğu gibi, Peygamberin (İmam Hasan ve Hüseyin’in) soyundan gelenlere de sadaka haramdır. Sadaka almaları haram olduğundan dolayı da Hums’ta yetim, yoksul ve yolda kalmış seyyidlere öncelik tanınması daha uygundur.

Kısaca Hums (Hakkullah) düşen malın veya kazancın önce beşte biri hums olarak ayrılmalı ve sonra ikiye bölünerek; yarısı zamanın imamına, diğer yarısı da yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara verilmelidir.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Hums’tan Allah’a, Elçisi’ne ve Ehli Beyt’e ait olan payın zamanın imamına verilmesi gerekir. Ancak zamanımızın İmamı Muhammed Mehdi gaybette (gizlilik döneminde) olduğu için yüzyıllardır, Hums’tan Allah’ın payı olan “Hakkullah” seyyidlere verilmiştir.

Tüm seyyidler imamın payı olan Hums’u alamazlar ve onu kullanamazlar. Aynı şekilde üzerinde vereceği Hums olan kişi onu herhangi seyide veremez. Hums verilecek seyyid 12 İmam’a ikrar vermiş olmalı, alim olmalı, ilmine amel etmeli, insanları hak yol ve gerçek İslam olan Ehli Beyt yoluna davet etmeli, adil olmalı ve güzel ahlaklı olmalıdır. Günah işleyeceğine, haram lokma yiyeceğine ve yoldan sapacağına ihtimal verilmeyecek derecede ciddiyet sahibi olmalıdır.

Hums alan seyyid onun kendisinde bir emanet olduğunu bilmeli, Allah’ın ve zamanın imamının harcanmasına razı olacağı yerlerde harcamalıdır. Bunu yapmadığı taktirde kıyamet günü büyük bir hesabın sorumluluğunu boynunda taşıyacağını bilmelidir.

Son elli yılda şu iki sebepten ötürü talipler “Hakkullah” vermeyi terk etmişlerdir;

1 – Bazı seyyidler (dedeler) yukarıda belirttiğimiz şartlara riayet etmeksizin Hakkullah almış ve kendine ait bir mal gibi kullanmıştır. Neticesinde amacının dışına çıkarılmıştır.

2 – Komünist düşüncenin yayılmasıyla birlikte, Alevi canların oylarına siyasi olarak muhtaç olan komünistler, Aleviler arasında dedelerin Hakkullah alarak sömürü düzeni kurdukları propagandasını yapmak vesilesiyle halkımızı Hakkullah vermekten men etmişlerdir.

Oysaki bunların her ikisi de yanlıştır. Bu iki yanlış düşünce ve uygulama bugün alevi seyyidlerinin inancımızı yaşatma anlamında başkalarına muhtaç kıldı. Hal böyle olunca samimi ve içten olan dedeler meydandan çekildiler. Çünkü komünist propaganda neticesinde eziyet görmeye ve kendi toplumu tarafından dışlanmaya maruz kaldılar. Dövüldüler, hakarete uğradılar ve hatta ölüm tehditleri aldılar. Bugün bu zulümler maalesef kendilerine Alevi süsü vermiş ateist-komünist düşüncedeki siyasi çıkar peşinde olan kimseler tarafından sürdürülmektedir.

Bir grup dede ise komünist düşünceyi benimsediklerinden dolayı onlarla işbirliği yapmaktan hiçbir şekilde çekinmediler ve hala da çekinmemekteler. Komünist-ateist düşünceli kimselerin Alevilik üzerine yatırımları öyle bir hale geldi ki şu anda cem evlerinin veya bazı büyük Alevi Federasyonlarının sözde dedelerden oluşan dar divan kurulu üyeleri ve başkanları ateisttir. Bu durum hiçbir şekilde kabul edilemez olsa değerli halkım gözlerini açmadığı sürece böyle devam edeceği, hatta daha kötüsünün olacağı kaçınılmazdır.

Şahsım adına bir araştırmacı-yazar olarak üzerime düşeni yapmaya ve Hakkullah (Hums) olmadan Aleviliğin ayakta durmasının mümkün olmadığını anlatmaya çalıştım. Bundan sonrası özünde Hak Muhammed Ali ve Kur’an inancını taşıyan siz alevi canlara düşmektedir. Hakkullahın, bizleri yaratan Allah tarafından yine bizlerin iyiliği için emredildiğini kavramamız ve gereğini yerine getirmemiz gerekmektedir. Aksi taktirde (Allah’ın yardımı hariç) memleketimizde hak olan inancımızın yok oluşunu seyretmekten başka bir çaremiz kalmayacaktır. Mesajın gönlünde hak sevgisi olan değerli Alevi canlara ulaştığını ve bizimle birlikte mücadele için ayağa kalkacaklarını ümit ediyorum. Kemal KÜNTAŞ Araştırmacı/Yazar

Dip Notlar.
1 - Madenin nisâbı, sikkeli 15 miskal altındır. 15 miskal altın 70.3125 gr. yani yaklaşık yetmiş buçuk gramdır. Yani elde edilen madenin değeri, onun için yapılan (çıkarma ve halis yapma vs.) masrafları düştükten sonra sikkeli 15 miskal altın miktarında olursa, humusunu verilmelidir.

2 - Definenin nisabı sikkeli 105 miskal gümüş [yaklaşık yarım kilo] veya sikkeli 15 miskal altın [yaklaşık yetmiş buçuk gram]dır. Yani elde edilen definenin değeri bu iki miktardan birine ulaşırsa onun humusunu vermelidir.

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Hz.Muhammed ( s.a.v )


Hz.Muhammed ( s.a.v )


Hz. Muhammed, 570 yılında Mekke’de doğdu. Ailesi Kureyş kabilesindendi. Hz. Muhammed’in babası Abdullah o henüz doğmadan ölmüştü. Annesi Amine (Emine) de altı yaşındayken ölünce çocukluğu dedesi Abdülmuttalib sonra da amcası Ebu Talip’in yanında geçti. (Bu arada belirtmek gerekir ki; Ebu Talip Hz. Ali’nin babasıdır.)

Hz. Muhammed ticaretle uğraşan Ebu Talip ile beraber Suriye ve Yemen de dahil olmak üzere bir çok yere gitti. Bu arada kervanlar sahibi olan Hz. Hatice ile evlendi. Bu evlilikte Hz. Fatıma doğdu. Bilindiği gibi Hz. Fatıma, Hz. Ali ile evlendi ve böylece peygamberin soyu sürdü.

Hz. Muhammed ticaret yaşamında bir çok yeri gezip görmüş ve Arap yarımadasının toplumsal yapısını yakından tanımıştı. Hz. Muhammed ticaretle zenginleşen Mekke’de gördüğü adaletsizliklerden bunalmış ve ticaretten uzaklaşmıştı. 605 yılında ve izleyen yıllarda sık sık toplumdan uzaklaşıp Nur dağına çıkıp Hıra mağarasında tek başına kalmaya, düşünmeye başlamıştı. Bu durum yaklaşık 5 yıl kadar sürdü. Ve günlerden bir gün Tanrının meleklerinden Cebrail Hz. Muhammed’e ilk ayetleri bildirdi. Hz. Muhammed bunların ne anlama geldiğini bilmiyordu. Daha sonraları bunların Vahiy olduğunu öğrendi. Cebrail bir süre görünmedi. 613 yılında yeniden gelmeye başlayan ayetler peygamberliğini insanlara duyurmasını buyuruyordu. Hz. Muhammed’e ilk inananlar Hz. Ali ve eşi Hz. Hatice`ydi. Ama putlara tapan Mekkeliler Hz. Muhammed’e inanmadılar. Hz. Muhammed’e inananların sayısı hızla artmaktaydı. Bu durum zengin Mekke’lileri tedirgin etmeye başlamıştı. Çünkü Hz. Muhammed çok tanrıcılığı (putperestliği) ve onun etrafında gelişen adaletsizliği reddediyordu. Ve Müslümanlık bütün kötülüklere karşı en güzel seçenekti. Mekke’nin ileri gelenleri Hz. Muhammed’i peygamberliğinden  vazgeçirmeye çalıştılar. Vazgeçiremeyince de baskıya ve şiddete başvurdular. Bunun üzerine Hz. Muhammed Müslümanların daha güvenlikli yerlere göç etmelerine izin verdi. 615’te bir bölüm Müslüman Habeşistan’a (Etiyopya) gittiler. Hz. Muhammed ve yakın çevresi mücadelelerini Mekke’de sürdürmeye devam ettiler. 619’da Hz. Muhammed’in en büyük destekçileri Ebu Talip (Hz. Ali’nin babası) ve eşi Hz. Hatice vefat edince baskılar artmaya başladı. Hz. Muhammed Medine halkından gelen davet üzerine Medine’ye Hicret (göç) etti. Hicret (göç) denilen bu olay İslam takvimi olan Hicri takviminin de başlangıcıdır.

Ama Mekkeliler gel işen İslamiyet’ten hoşnut değillerdi. Bu yüzden de Hz. Muhammed’e karşı bazı Arap kabillerini kışkırtıyorlar ve onların Hz. Muhammed’e saldırmalarını örgütlüyorlardı. Buna karşın Hz. Muhammed’de Müslümanları örgütleyerek onları savaşa hazırlıyordu.

Bu savaşların en önemlileri şunlardır:

Bedir 624, Uhud 625, Hendek 627,  Hz Muhammed bütün bu savaşlardan zaferle çıktı.

630 yılının ocak ayında Hz. Muhammed Mekke’ye girdi. Kentteki bütün putları yok etti. Mekkeliler için af ilân etti. Hz. Muhammed bundan sonra Müslümanlara direnen kabilelere karşı harekete geçti. Bundan sonra Arabistan yarımadasında yaşayanların çoğu Müslüman oldular. Hz. Muhammed 632’de ilk ve son kez hac ziyaretinde bulunduktan sonra (ki buna veda haccı da denilir) Medine’de hakka yürüdü.

Hz. Muhammed’in  Hz. Ali ve Ehlibeyt için söyledikleri

 Bazı Alevi düşmanları, Alevilerin Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul etmediklerini propaganda ettiler. Oysaki gerçek bunun zıttı dır. Aleviler tarih boyunca ve günümüzde Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul ettiler. Alevilerde Hz. Muhammed’e bağlılık tartışılmaz. Aleviler Hz. Muhammed’i İslamın peygamberi  olarak kabul ederler ve ona inanırlar. Aleviler peygamberin soyuna yapılanları her ibadet edişlerinde lânetlerler. Ve bu anlamıyla peygambere bağlılıklarını dile getirirler. Ama bazıları peygamberden şefaat umarken onun biricik torunlarına ve Ehlibeyti’ne yapılanları görmezlikten gelirler. Bu da bir ikiyüzlülüğün, sahtekârlığın Emevilerden başlayarak günümüze geldiğini gösteriyor.

Aşağıda Hz. Muhammed’in Hz. Ali ve Ehlibeyt için söylediklerinden bir kaçını yazacağız. Ama ne acıdır ki; Yezitler, Muaviyeler ve onların günümüzdeki temsilcileri bunları yok saymaya devam ediyor. Onlar Hz. Ali ve Ehlibeyt gerçeğini, haklılığını inkâra devam ediyorlar.

H z. Peygamberin çeşitli zamanlarda ve çeşitli vesilelerle söylediği bir kaç hadis:

Ya Ali, benim Ehlibeytim Nuh un gemisine benzer. O gemiye binen kurtulur. Ve kim Ehlibeytime buğz ederse helak olur.

Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır. İlmi isteyen kapıya gelsin.


Ya Ali, mümin sana buğz etmez, münafık ise seni hiç sevmez.

Ali, müminlerin dilediği ve uyduğu kişidir. Mal ise münafıkların dilediği şey.

Ey Allah’ın kulları, bu Ali’nin kanı benim kanımdır, teni benim tenimdir ve canı benim canımdır. Her kim bu Ali’yi severse, beni sever beni seven de Allah’ı sevmiş olur. Ali’ye kim düşmanlık ederse bana düşmanlık etmiş olur.

Kuran ve Ehlibeyt ikizdir.

Hayatım gibi yaşamak isteyen Ali Veli edinsin.

Ya Ali, sen benim dünyada ve ahrette sancaktarımsın.

Ali’yi anmak ibadettir.

Ey halk! Biliniz ki; ben de insanım. Allah’ın daveti bana yakında gelecektir. Ben de onu kabul edeceğim. İşte size ben iki mühim ve en değerli emaneti miras bırakıyorum. Bunlardan birincisi Kuran, ikincisi benim Ehlibeytim. Allah’ın huzurunda size Ehlibeytimi tavsiye ediyorum. Allah’ın huzurunda size Ehlibeytimi tavsiye ediyorum. Allah’ın huzurunda size Ehlibeytimi tavsiye ediyorum, buyurdu. Bu yazdıklarımız sevgili Peygamberimiz tarafından söylenmiş olan hadislerden sadece bir kaçı. Bunlar Hz. Ali gerçekliğini ve Ehlibeyt haklılığını gösteren en büyük kanıtlardır.



14 Mayıs 2017 Pazar

Seyyid Nesemi..





SEYYİD NESEMİ ( İmadeddin )


İmadeddin Nesimî ( d.1369, – ö. 1417, Halep ), daha çok Seyid Nesimî mahlası ile tanınan, 14.-yy Hurûfi Türk şairi. Azerbaycan Türkçesi ile yazdığı şiirleri, Farsça divanlarının yanı sıra Arapça şiirler de yazmış olan Hurufi inançlı şair.

Azerî sahasında yetişen önemli bir Türk divan şairidir. Asıl adının Imâdeddîn olduğu, Bağdat civarında Nesim kasaba­sında veya Azerbaycan’ın Şamahı şehrinde doğduğu söylenir. doğum yeri ve doğum tarihi hakkında verilen bilgiler çelişkilidir. İran’da Hurufilik mezhebini kuran Fazlullah’ın (Öl. 1401) halifelerinden olduğu, şeriata aykırı inançları propa­ganda ettiği için Halep’te derisi yüzülerek Öldürüldüğü bi­linmektedir (1404). Hayatı efsaneleşmiş, özellikle alevi, Bektaşî şairler arasında “Şâh-ı Şehit” adı ile itibar kazan­mıştır.

HAYATI


Tam adı Seyyid Ömer İmâdeddîn Nesîmî’dir.[1]“Nesîmî” mahlasını alması ile ilgili iki farklı görüş vardır. Lâtîfî’ye göre, Bağdat yakınlarındaki “Nesîm” kasabasında doğmuş olmasından veya “Âdumı Hak’den Nesîmî yâzerem” şeklindeki tuyuğundan hareketle bu mahlasın Fadlullah tarafından verilmiş olması mümkündür. [2] Çünkü Nesimi’ye göre Hak ( Allah) Hurufiliğin kurucusu olan Fadlullah’ta tecelli etmiştir.

Kaynaklar doğum yeri ve nereli olduğuna dair çok farklı bilgiler verir. Halep, Diyarbekir, Bağdat yakınlarında Nesîm denilen bir köy veya nahiyede, Şamahı da, Şiraz’da doğduğuna dair farklı iddialar vardır. Üstelik doğum tarihi de belli değildir. Fakat Şeyhi Fazlullah’ın ona hilafet verdiği tarih belli olduğundan doğum tarihi hakkında bir fikir ileri sürülebilmektedir. Onun 1340- 1344 yılında doğmuş olma ihtimali Fazlullah Naimi’nin (1340–1394) Hurufiliği 788/1385 yılında kurmaya başlaması, Nesimi’ye 40 45, yaşlarında iken halifeliği vermiş olabileceği tahminlerinden söylenebilmektedir. [3] Bu durumda Nesimi ile Fazlullah Naimi’nin hemen hemen aynı yıllarda doğmuş olabilecekleri tahmini yapılabilmektedir.

Nesimi’nin ailesi hakkında verilen bilgiler ve isimlerin kaynağı hakkında oluşan menkıbelerdir. Bu bakımdan babası ve kardeşleri hakkında ortaya atılan isimlerin sahiciliği konusunda şüphe duymak lazımdır. Bu kaynaklara göre babasının adı Seyid Muhammed ‘dir. Seyyid kelimesi ile Nesimi’nin kökenini Hz. Muhammet ve On iki İmama ulaştırmaya çalışan rivayetlerin çabası ortaya çıkmaktadır. Asıl isimin Seyid Ali olduğu iddia edilmesi belki de aynı çabadan kaynaklanmaktadır. Ayrıca kardeşi Seyid Hüseyin’in de kendisi gibi Hurufi olduğu ve bu inancı yaymak için çalıştıkları da rivayet edilmektedir.

Eğitimi hakkında bir belge bulunmasa da iyi bir eğitim gördüğü, Arapça, Farsça şiirler yazabilecek kadar bu dilleri öğrendiği belli olmaktadır. Şiirlerinde görülen tema, fikir, benzetme ve örnek olabilecek diğer konulardan kendisinden önce yaşamış pek çok mutasavvufu ve şairi okuyup incelediği ortaya çıkmaktadır. Bunların sonucunda da oldukça iyi bir medrese tahsili almış olması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Bir şiirinde “Hâşimîyem, Kureyşîyem” şeklinde bir ibare kullanmış olması, ailesinin ve kendisinin seyyid olarak anılması yüzünden Arap asıllı olduğuna dair görüşler ileri sürülmüştür. Fakat şiirlerinin çoğunu Türkçe yazan, en güzel şiirleri Türkçe yazılmış şiirleri olan Nesimi’nin Türk asıllı olduğu Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş-Şüarâ’da “Türkmâniyyü’l-Cins” ibaresinden de bellidir. [4] Arapça ve Farsça şiirler de yazmış olduğu halde en güzel şiirlerini ana dili olan Azerbaycan Türkçesi ile yazmış olduğu kabul edilmektedir. Tuyug nazım türünü kullanıyor olması gibi nedenler onun Türk asıllı olduğuna delalet etmektedir. Seyyid olarak adlandırılması tarikat ehillerini Hz Muhammed’in soyuna bağlamak çabalarının ürünüdür ki diğer pek çok mutasavvufa da bu sebepten Seyyid denmiştir.

Nesimi’nin yaşadığı dönemde Fazlullah Naimi’nin (1340–1394) kurucusu olduğu Hurufilik hareketi geniş ölçüde yaygınlaşmıştı. Seyyid Nesîmî, Esterabadlı Fadlullah Naîmî’nin ortaya attığı ve yaymaya çalıştığı Hurûfîliği benimsemiş, Esterabadlı Fadlullah kendisine “Halifelik” vermiştir. Bazı kaynaklara göre Nesimi Fazlullah Naimi’nin kızı ile evlendiğini belirtir. Tüm kaynaklar onun Hurufi bir şair olduğu hakkında birleşirler, üstelik onun şiirlerinin pek çoğu da bu inancı ortaya koyan şiirlerdir.

Kaynaklardan, şiirlerinden ve hayatından yansıyan bilgilerden hareketle Hurufilik inancının her yerde yayamaya çalıştığı, bunun için çok fevri hareket ettiği, hayatını dahi tehlikeye atmaktan çekinmediğini ortaya koyar.

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam

……..

Fâş eyledim cihâna ene’l-hak rumûzunu
Doğru haberdir anun için dâra düşmüşüm[5]

Hallac ve Mevlana’dan etkilenen Fazlullah 1370’lerde tüm Azerbaycan bölgesinde öğretisini yaymaya başlamış, 1393 te Nahcivan’da Timur Han in emriyle oğlu Miranşah tarafından, kendini Tanrı ilan ettiği gerekçesiyle idam edilmiştir.[6]

Nesimi, daha üstadı hayattayken Hurufilik inancının en şiddetli taraftarlarından ve propagandacılarından olmuş, onun öldürülmesinden sonra da gizlenme lüzûmu bile duymadan ölümü bile göze alarak, Anadolu’yu, Irak’ı, Suriye’yi dolaşarak Hurufilik inancının yamaya başlamıştır. Fazlullah (Fadlullah) Astrabadi’inin idamından sonra Hurufilik inancının önderi haline gelen Nesimi’nin etrafına birçok kişiyi toplayabildiği de belli olmaktadır. Kaynaklar onun pek çok insanı bu inanca bağladığı yönünde bilgiler vermektedir. Hatta bunların arasında Beyler bile vardır. [7] Bu beyler arasında Celayirli Karayülük Osman Bey, Dul Kadir oğlu Ali Beğ’le kardeşi Nâsırü’d-Dîn’ de vardır.

Fazlullah (Fadlullah) Astrabadi’nin görüşlerinden etkilenen ve buna hayatı pahasına sahip çıkan Nesimi, Fazlullah (Fadlullah) Astrabadi’nin “Cavidan ilmi“ denilen Cavidan-ı Kebir adlı eserinde ifade bulan düşünceleri yaymak için mücadele etmiş hayatını da bu uğurda feda etmiştir. “Kendisi gibi dailer yetiştiren “[8] Nesimi pek çok yeri dolaşmış en sonunda düşüncelerinden ötürü bir müddet de zindan hayatı yaşamıştır. Ölmeden evvel zindanlarda yattığını Refi’nin, Beşâret-nâme adlı eserinden öğrenmekteyiz.[9]

Nesimi’nin şiirlerine bakıldığı zaman başına geleceklere razı, ve bunlara çoktan kendini hazırlamış, hatta olacakları tahmin ettiği ve bildiği halde bundan hiç endişe duymayan düşüncelerini pervasızca açıklamaktan çekinmeyen bir ruh hali içinde olduğu görülmektedir. Şeyhi’nin ve üstadının asılmış olmasına bildiği halde asla gizlenmeye, veya düşüncelerini ifade etmekten kaçınmaya kalkışmamış, her şartta düşüncelerini ifade etmekten çekinmemiştir.

Derde müştâk olmayan kimdir ki dermân isteye
Kabl-i mevti bilmeyen sen sanma kim cân isteye

“Ona göre davası için çile ve dert çekmeye hazır olmayan kimse, gerçekten inanmış değildir, böyle bir kişi olsa olsa sadece bir müddeîdir.”[10] Şiirlerinde Astarabadi ile ahrette buluşmak fikirlerini işleyen Nesimi, ölümden, dertten, işkenceden ve ızdıraptan çekinmeyen bunları davasının doğal sonucu olarak gören kayıtsız, korkusuz ve endişesiz bir kararlılık içinde olduğunu şiirlerinde göstermiştir.

Nesimi düşüncelerini yaymakta çok başarı göstermiş oldukça geniş bir taraftar toplamış, taraftarları ve sevenleri çoğalmıştı. “Hurûfîlik düşüncesinin iyice yayılmasından korkulmaya başlanmıştı. Şiirleri Hurûfî taifesi içinde tagannî ediliyor, belâgati ve büyüleyici üslûbu dinleyenleri etkiliyor, Farsça ve Türkçeyi telkinlerine ustaca vasıta kılıyordu. Hatta şöhreti öylesine artmıştı ki, neredeyse akımın kurucusu Fadl’ın şöhretini gölgede bırakır hale gelmişti”[11]

Kaynaklar Nesimi’nin takibe alındığını Hallac’ın “ en el hak “ sözünü söylemesinden ve şiirlerinde sırrını ifşa etmesinden dolayı zindana atıldığını yazarlar.

Lâtifî’ye göre ise “Mansur ene’l-hak söyledi/hakdır sözü hak söyledi” beyti yüzünden tutuklanmıştır. Mısır Memlük Sultanı Melikü’l-Müeyyed, “…derisi yüzüle, ölüsü Haleb’de 7 gün teşhir edile, durumu herkese duyurula, sonra uzuvları parçalana, birer parçası inançlarını bozduğu Dul Kadir (Zü’l-Kadr) oğlu Ali Beğ’le kardeşi Nâsırü’d-Dîn’e ve Kara Yülük Osman’a gönderile!”[12]

Memlük Sultanı Melikü’l-Müeyyed’in bu fermanından da anlaşılacağı gibi Nesimi düşüncelerini Dul Kadir (Zü’l-Kadr) oğlu Ali Beğ’le kardeşi Nâsırü’d-Dîn’e ve Kara Yülük Osman bey gibi beylere kabul ettirmeyi dahi başarmıştır.

Fermanın aynen tatbik edildiğine hiç kuşku yoktur. Derisi yüzülerek öldürülmüş uzuvları da Nesimi’nin düşüncelerine ve inançlarına değer verdikleri anlaşılan sözü edilen beylere yollanmış olmalıdır. Fakat onun bu şekilde idam edilmesi Nesimi’nin şöhretinin daha da yayılmasına Şahi Şehit mertebesinde görülmesine, Gölpınarlı’nın deyişiyle “erenlerin serdengeçtisi” makamına yükseltmiş, Hallac-ı Mansur ayarında görülmesine neden olmuştur.

HURUFİLİK İNANCI


“Fazlullah, Batınilerin yöntemlerini benimsemiş, harflere verilen anlamlar ve sayısal karşılıklarıyla uğraşmıştı. Batınilerin tevil (farklı, değişik yorumlama) yöntemlerini benimseyerek, özellikle harflerin önemi ve gerekli gördükçe harflerin sayılarla ilişkilerini ele almış; dini buyrukları ve hükümleri Arapçadaki 28 ve Farsçadaki 32 harfe indirgeme yolunu tutmuştu. “

Fadl’ûl-Lâh, Kur’an-ı Kerim’i harf sistemiyle izah etmeye çalışır. Ona göre yedi rakamı anahtardır, ve gerek Kur’an’daki Fatiha Suresi’nin ayetleri, gerek imanın şartları, gerekse de yüzdeki ana yedi nokta hep yedi rakamını işaret eder. Bu sebeple insan da hakikat için anahtardır. Hurufilik harfler ve hatlarla dinsel buyrukları değiştirme ve bu inancı hazırlamak için kurulmuş bir yöntemdi ve bu inancın esası, insanı Tanrılaştırmaktı.

Daha çok gelecekteki olayları keşfetmek için kullanılan Hurufilik bilgisini Fadullah ilginç bir biçime sokmuş, kendisini Mehdi, Mesih ya da Tanrı görünümünde tanımış ve tanıtmıştı. Bu fikirler Nesimi de tasvip etmiş ve savunmaya başlamıştı.

Bu düşünceler, Tanrı’nın her peygamberlerin bedeninde zuhur ettikten sonra, son peygamber olan Hz Muhammet’e sırlar anahtarının verildiği, bu sırların yedinci Şiî imâmı Musa el-Kâzım’a ve onun soyundan gelen Fadl’ûl-Lâh Ester-Âbâdî’nin bedeninde ortaya çıkarak Fadlullah Astarabadi’nin Tanrı olarak vucut bulduğu inancıyla şekilleniyordu. Bu inanca göre bütün peygamberler Fadl’ûl-Lâh’ı müjdelemişler ve Fadl’ûl-Lâh ile tanrılık dönemi başlamıştır.

EDEBİ KİŞİLİĞİ


Nesimi sadece yaşadığı asrın değil, bütün Türk edebiya­tının da en usta şairlerindendir. Türkçe ve Farsça ile mesneviler, gazeller, rubailer ve tuyuglar yazmıştır. Türkçe şiirlerinde ahenkli ve çok düzgün bir dil görülür. Şiirlerinde Hurufî inancının izleri, mücadeleci ruhunun, korkusuz benliğinin, düşüncelerini söylemekten çekinmeyen pervasız bir kişiliğin izleri görülür.

Şiirlerinde yaydığı düşüncelerin ne derece şiddetli tepkiler oluşturacağını bildiği ahlde Hurufilik inancını açıkça ifşa etmekten çekinmeyen, başına gelecekleri bildiği halde söylemekten çekinmeyen, başına gelen dertleri ve işkenceleri kayıtsızca karşılayan bendan da şikâyet etmeyen ölümü ve öldürülmeyi de hiç umursamayan cesur bir tavrı vardır.

İnançlarını yaymayı birinci hedef haline getiren Nesimi’nin şiirlerinde öğreticilik esas haine gelmiştir. Buna rağmen onun didaktik şiirleri dahi oldukça içli ve duygu doludur. Nesimi çok lirik ve ahenk ustası bir şairdir.

Son derece etkileyici tasavvufî didaktik ve lirik şiirleri olan Nesîmî’nin güçlü ve ahenkli üslûbu yanında, şiirlerini oldukça sade bir dille söyleyebilmiş olması ile de dikkat çeker. “Şiirde büyük bir kudretin sahibi olan Nesîmî, çoğunlukla akidesini telkine çalışmakla beraber, din dışı kimi konularda ve aşk hakkında çeşitli gazeller de yazmıştır” Divânında, klâsik Türk şiirinin temel nazım formlarından olan Tuyuğlara yer vermesi oldukça önemlidir. Nesimi Kadı Burhaneddin ile birlikte en önemli Tuyug şairlerimizden birisidir.

“Âzerî Türkçesine de gerçek bir edebî şekil vererek onu temellendiren Nesîmî, şiirlerinde canlı bir halk dilinden yararlanmış, Arapça ve Farsça kelimeler yerine arkaik Türkçe unsurları yerleştirmeye çalışmış, Türkmânî ve Anadolu ağızlarında şiirler yazarak sahip olduğu sempatiyi daha da artırmıştır. “[13]

Türkçeye oldukça vakıf bir şair olan Nesimi, çok karmaşık düşünceleri çok basit ve çok anlaşılır bir hale getirmekte oldukça başarılıdır.

Kendisinden sonraki pek çok şairi etkisi altında bıraktığı onun şiirlerine yapılan çok sayıda nazirelerden anlaşılmaktadır. Fuzuli gibi büyük bir şâir üzerinde oldukça etkili olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman da onun meşhur bir gazeline nazire yazmıştır. Şiirleri Anadolu, Azerbeycan ve İran’da yaygındır. Esterabadlı Fazlullah’ın yaymaya çalıştığı Hurufilik inancını anlatığı şiirlerinde dahi ahenkten ve sanattan asla ödün vermemiştir.

Şam’da derisi yüzülerek öldürüldükten sonra menkıbelere konu olmuş, Şah-ı Şehit sayılmış, öldürüldükten sonra derisini omzuna alıp 7 kapıdan aynı anda çıktığına inanılmıştır.

ESERLERİ


Türkçe ve Farsça olmak üzere İki divanı vardır. Türkçe şiirlerinde Nesimi, Farsça şiirlerinde Hüseynî mahlasını kullanmıştır. Nizami, Hakani, Mehseti, Feleki, Zülfikar Şirvani, Arif Erdebilli, Mahmut Şebusteri ve Marağalı Evheddin’ , Celaleddin Rumi, Rudeki, Sadi, Attar gibi şairlerinin eserlerini okuduğu ve onlardan etkilendiği görülmektedir. Eserleri ilk defa 1844, sonra 1871 ve 1880 yılında İstanbul’da basılmıştır.Türkçe divanı 1844–1881 yılları arasında dört defa neşredildi. Şairin ana dilinde divanının ilmi tenkidini ilk defa Azerbaycan’da C. Kahramanov hazırlamış, Azerbaycan’da Selman Mümtaz tarafından 1926 yılında Nesimi Divanı Arap harfleriyle baskıya hazırlamış Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Akademisi tarafından üç cilt hâlinde Bakû’de basılmıştır. (1973). [Hüseyin Ayan, Nesimi divanı konusun­da doktora tezi hazırlamıştır. Kemal Edip Kürkçü oğlu’nun hazırladığı Seyyİd Nesimi Divanı’ndan Seçmeler isimli açık­lamalı kitap Kültür Bakanlığı’nca neşredilmiştir. (1973).[14]


BENDE SIĞAR İKİ CİHAN


Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam

Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam

Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam

Sûrete bak vü ma’nîyi sûret içinde tanı kim
Cism ile cân benim velî cism ile câna sığmazam

Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât
Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam

Genc-i nihân benim ben uş ayn-ı ayân benim ben uş
Gevher-i kân benim ben uş bahr ile kâna sığmazam

Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam

Gerçi muhît-i a’zâmım adım âdem durur âdemim
Dâr ile kün fekân benim ben mu mekâna sığmazam

Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim
Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam

Encüm ile felek benim vahy ile melek benim
Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam

Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim
Sûreti gör beyân ile çünkü beyâna sığmazam

Zât ileyim sıfât ile Kadr ileyim Berât ile
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam

Şehd ile hem şeker hem şems benim kamer benim
Rûh-ı revân bağışlarım rûh-ı revâna sığmazam

Tîr benim kemân benim pîr benim civân benim
Devlet-i câvidan benim îne vü âna sığmazam

Yer ü gökü düzen benim geri dönüp bozan benim
Cümle yazı yazan benim ben bu dîvâna sığmazam

Nâra yanan şecer benim çarha çıkar hacer benim
Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam

Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim
Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Hz.Muhammed ( s.a.v ) Ve Cem ibadeti - Alevi inancında temel ibadet Cem'dir .




Hz Muhammed ( s.a.v ) Ve Cem İbadeti – Alevi inancında temel ibadet cemdir


Alevilere sürekli sorulan bir soru vardır? Neden Sünni Camii’sine gelip namaz kılmıyorsunuz diye. Aleviler Sünni Camii’sinde namaz kılmaz. Çünkü Aleviler Peygamber efendimizin Cem İbadeti Yaptığına inanaır. Başka bir deyişle Namaz Konusuyla İlgili Mevzunun Alevi İslam açısından Özü Şudur Alevi Müslümanların Namazı Cemevlerinde Yapılan Cem İbadetir. Alevilere göre peygamber efendimizin ilk cem ibadeti de şudur: Kırklar Cemi: Bilinen Kırklar Meclisi ve Cemi, Aleviliğin temel ibadeti olan Cem’in kaynağıdır. Kırklar meclisi, zamanı mekanı belirli olmayan içinde Hz. Ali’nin de olduğu, Muhammed’in sonradan katıldığı bir ulular meclisi, Geleneksel Alevi kaynaklarında bu olay Miraç Gecesine bağlanarak anlatılır. Kırk kişinin katıldığına inanılan bu meclisteki ibadette yaklaşık yarı yarıya kadın erkek bulunmuştur. Aleviler Kırklar ve 40’lar meclisinin inanç ve sosyolojik boyutlu bir ulular topluluğu meclisi olduğuna inanır.

Aşağıda İlahiyatcı Yazar Mustafa Cemil KILIÇ’ın Konuyla Alakalı Bir Çalışması Mevcuttur.

KIRKLAR MECLİSİ MASAL MI ? – İlahiyatcı Yazar Mustafa Cemil KILIÇ

Sünni Ve Şii Teologların Yaklaşımları Bağlamında Alevi İnancındaki Kırklar Meclisi Ve Cemine İlişkin Bir Yorum

Kırklar Meclisi ve Cemi, Alevi teolojisinin en temel ögelerinden biridir. Bu konuda Sünni ve Şii teologlar, Alevi inancına yönelik mütecaviz bir tutum içerisindedirler. Alevi inancı, söze konu bu saldırgan tutumlara karşı gerekli teolojik güce ve kendi dinsel paradigması çerçevesinde berrak bir tutarlılığa sahip bir akım olarak susturucu yanıtlar verme aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Verilen yanıtların doğru anlaşılabilmesi ve kavranabilmesi için öncelikle bilinmesi gerekli kimi hususları anımsatmak bizce yaşamsal öneme sahiptir. Şöyle ki; Alevilik, Sünnilik ve Şiilik İslam orijinli akımlar olmakla birlikte, teolojik açıdan bağımsız kimlikler konumuna ulaşmış durumdadırlar. Diğer bir deyişle her üç akım artık farklı ve özgün teolojik yapılar olarak kabul edilmek zorundadır. Bu gerçeği görmeden yapılacak tüm yorum ve analizler sağlıklı bir sonuç doğurmayacaktır.

Konuyu berraklaştırmak amacıyla önemine dayanarak belirtelim ki, Sünniliğin, Şiiliğin ve Aleviliğin dışında ve bunların üzerinde bir İslam yoktur. İslam’ı mezheplerden bağımsız ele amak mümkün değildir. Çünkü mezheplerden bağımsız ve yorumlar üstü bir İslam yoktur. Eğer olsaydı yorumlar ve mezhepler olmazdı. Her mezhep ve yorumun temsilcisine göre islam kendi inancında içkindir / mündemiçtir. Diğer bir deyişle bir Sünniye göre İslam eşittir Sünnilik olduğu gibi bir Şiiye göre de İslam eşittir Şiiliktir.

Bu bağlamda bir teolojik yapının nassları, kabulleri ve ölçüleri perspektifinden bakarak başka bir inanç analiz edilemez. Edilmeye çalışılsa bile isabetli bir sonuca ulaşılamaz.

(Bu arada Sünnilik denilince itikaden Maturidilik, Eş’arilik, amelen Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelilik, Şiilik denilince de İmammiyye ve Zeydiyye anlaşılmalıdır. Alevilik denildiğinde ise Bektaşilik, Kızılbaşlık, Ehlihak İnancı vb. kastedilmektedir. Bilinmelidir ki, biz bu kavramları bu şekilde bir açılım içerisinde kullanmaktayız. Gerek Sünnilik, gerek Şiilik, gerekse Alevilik dışında bu üç akıma şu ya da bu ölçüde yakın yada uzak başka kimi akımlar da mevcut olmakla birlikte kitlesel ve tarihsel güç açısından söze konu üç akım öne çıkmaktadır.)

Alevilik, Sünnilik ve Şiilik başta Allah, risalet / nübüvvet ve ahiret inancı gibi temel konular olmak üzere pek çok konuda derin görüş ayrılıkları içerisindedirler. Kırklar Meclisi ve Cemi konusuna girmeden evvel, öncelikle ” Teolojik Açıdan Cemevlerinin Durumu Üzerine ” başlıklı yazımızda ortaya koyduğumuz Allah inancı konusunda mezhepler arasındaki derin farklılıkları burada kısaca anımsatmak yerinde olacaktır.

Sünnilik ve Şiilik, Allah – Evren ayrımı, Evrenin Allah tarafından yoktan yaratılması ( Bu iki konu İslami ortodoksluğun temelleri arasındadır.) gibi ana konularda ortak inançlara sahip olmalarına karşın Tanrı’nın sıfatları konusunda çok derin görüş ayrılıkları içerisindedir. Bu ayrılıklar üç noktada öne çıkmaktadır. Şiiliğe ( İmamiyye ) göre Tanrı’nın sıfatları Zatının aynıdır. Sünniliğe göre ise Zatının ne aynı ne de gayrıdır; onlar Tanrı’nın kendisini nitelendirdiği sıfatlardır.

Şiiliğe göre Kur’an mahlûktur. Sünnilik ise Kur’an’ın Tanrı’nın sözü / kelamı olduğunu; Tanrı’nın ” kelam sıfatı ” nın ise O’nun ( Tanrı’nın ) kıdemiyle kadim olduğunu ileri sürer. Başka bir deyişle Sünniliğe göre Tanrı’nın ezeli kelam sıfatı vardır; Şiiliğe göre ise Tanrı’nın böyle sıfatı yoktur. Yani Sünnilikte Tanrı, “kadimden beri Konuşan bir Tanrı” iken Şiilikte ise konuşmayan ve kutsal kitapları söyleyen değil yaratan bir Tanrıdır. Daha açık söylemek gerekirse Şiilikte Tanrı’nın kelamı / sözü kadim olmayıp sonradan yaratılan izafi / göreli bir kelamdır.

Yine Şiiliğe göre En’am Suresi, 103. ayet gereği Tanrı ahirette inananlarca kesinlikle görülmeyecektir. Cennet halkına görüleceğini söyleyen kafirdir. Oysa Sünniliğe göre Tanrı ahirette inananlarca görülecektir.

Anlaşılacağı üzere Tanrı inancı konusunda bile Sünnilik ve Şiilik birbirlerini kafirlikle suçlayacak derecede farklı düşünmektedir. O halde bu iki mezhebi diğer alanlardaki farklılıklara girmeden bile sırf Tanrı inancı konusunu temel alarak bağımsız teolojiler olarak nitelemek nesnel bir saptama biçiminde değerlendirilmek zorundadır.

Aleviliğin Tanrı inancı ise diğer iki İslam orijinli teolojik yapıdan çok daha farklıdır. Sünni ve Şii teolojinin benzeştiği Tanrı – Evren ayrımı, Tanrı’nın Evreni yoktan yaratması gibi iki ana konuda Alevilik tümüyle farklı bir inanca sahiptir. Alevilikte Tanrı – Evren ayrımı Vahdet – i Vücud inancıyla ortadan kalkmış, yoktan yaratan bir Tanrı inancı yerine Evreni kendi varlığından yani vardan var eden; böylece de pozitif bilimin, ” hiçbir şey yoktan var olmamıştır ve var olan hiçbir şey de yok olmaz” ilkesiyle de uzlaşan bir Tanrı inancı vücud bulmuştur. Tarihsel süreç içerisinde yoğunlaşan Sünni ve Şii teolojinin baskısıyla Alevilikteki Tanrı – Evren birliği inancı zamanla ve zaman zaman ” Evren Tanrı’nın tecellisi / yansımasıdır.” noktasına taşınarak yumuşatılmıştır. Yine Alevilikte Evrendeki en önemli, bilinç sahibi ve merkezi bir varlık olarak insanın tanrısal bir mahiyetle ele alındığı ve ” enelhak ” sözünde varlık bulan bir yerinin olduğu da anımsanmalıdır.

Böylesi farklılıklara karşın sırf İslam orijinli oluşunu dikkate alarak Sünni ve Şii bakış açısıyla Aleviliği tenkide maruz kılmak, Sünnilik ve Şiiliğin itikat esaslarına uymuyor diye sapkın / batıl addetmek hiç kuşku yok ki teolojik körlüğün bir sonucudur. İşte bu noktada İslam teolojisinin ana konularından biri olan Miraç olayı karşısında konumlanılan teolojik düzlem de söze konu üç İslam orijinli akımı özgünleştiren / bağımsızlaştıran alan olarak öne çıkmaktadır. Bu özgünleşme ve bağımsızlaşmanın sonucudur ki, Allah inancı konusundaki farklılık gibi Hazreti Muhammed’in kişiliği de çok derin farklılıklarla algılanmaktadır. Biraz daha yalın bir ifadeyle söylersek; Sünni’nin, Şii’nin Muhammed’i ile Alevi’nin Muhammed’i birbiriyle örtüşmemektedir. Bu gerçek en çok Miraç olayında tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Miraç Nedir?

Miraç sözcüğü Arapça’dır. Yükseğe çıkmak, yükselerek yol almak anlamına gelen “uruç” sözcüğünden türetilmiştir. Kutsal kitap Kur’an’da bu sözcük astronomik zamanla ölçülemeyecek biçimde manevi bir yükselme / ruhsal bir yükseliş anlamına gelmek üzere kullanılmaktadır. Başka bir deyişle bu yükseliş metafizik bir yükseliştir. Nitekim Mearic Suresi’nin 4. ayetinde şöyle denilmektedir:

” Melekler ve ruh Ona ( Tanrı’ya ) ölçüsü elli bin yıl olan bir günde uruç ederler.”

Uruç sözcüğünden hareketle anlamlandırılan Miraç sözü, uruç ederek ulaşılan yüksek derece / yüksek mertebe anlamına gelmektedir. Aynı zamanda bu sözcük manevi yükseliş için kullanılan her çeşit araç – gereç ve yol anlamına da gelmektedir.

Miraç konusu ele alınırken üzerinde durulması gereken bir diğer sözcük de ” isra ” sözcüğüdür. Bu sözcük Arapça’da “gece yürüyüşü” anlamına gelmek üzere kullanılmaktadır. İsra Suresi’nin 1. ayetinde şöyle denilmektedir:

” Geceleyin kendisine ayetlerimizden bir bölümünü gösterelim diye kulunu Mescid – i Haram’dan, çevresini kutlu kıldığımız Mescid – i Aksa’ya götüren

( Tanrı ) eksik niteliklerden uzaktır. O, gerçekten işitendir, görendir.”

Bu ayet Miraç olayının geceleyin olduğuna kanıt oluşturmaktadır.

Miraç olayıyla ilgili bir diğer sözcük de “Burak” sözcüğüdür. Miraç ile ilgili kimi hadislerde geçen Burak sözcüğü Arapça’daki “berk” yani şimşek sözcüğünden türemiştir. Bu da, Burak sözcüğüyle hıza dikkat çekilmek istendiğini göstermektedir. Miraç’ın metafizik bir olay olmasıyla da örtüşen bu özellik Burak sözcüğünün simgesel bir anlama sahip olduğunu işaret etmektedir.

Kuşkusuz Miraç, İslam teolojilerinin en temel konularından biri olarak üzerinde en çok tartışmanın yapıldığı hususlar arasındadır. İslam inancına göre peygamber Hazreti Muhammed, uruç ederek Miraç’a yükselmiştir. Hazreti Muhammed’in Miraç’ının kaç kez olduğu konusunda ise görüş birliği yoktur. Biri Mekke, diğeri Medine’de olmak üzere en az iki kez Hazreti Muhammed’in Miraç’a çıktığından tutun da, ikisi Mekke’de, 118’i Medine’de olmak üzere tam 120 kez Miraç yaşadığına ilişkin bir hadisten bile sözedilmektedir. Miraç’ın sayısı konusunda bile tam bir kargaşa içerisinde olan Sünni ve Şii teolojisi her ne hikmetse Alevi teolojisine taarruz etme konusunda tam bir fikir birliği içerisindedir.

Sünni ve Şii teolojisinin içinde bulunduğu kargaşanın göstergelerinden biri olarak Miraç olayının mahiyeti de önemli bir tartışma konusudur. Bu cümleden olarak, Hazreti Muhammed, Miraç’a salt ruhen mi çıkmıştır? Yoksa Miraç, hem bedenen hem de ruhen mi gerçekleşmiştir ? Bu sorular kapsamında konuya ilişkin iki farklı sav ve inanç söz konusudur.

Buna göre Hazreti Muhammed’in Miraç’ı ruhsal bir yolculuk olup bedensellik söz konusu değildir. Bu inanç ve savın en önemli temsilcisi peygamberin eşi Ayşe / Aişe’dir. Ona göre Miraç olayında Hazreti Muhammed’in bedeni yatağından hiç ayrılmamıştır. Dolayısıyla Miraç bedensel bir yolculuk değil ruhsal bir yükseliştir.

Miraç’ın ruhsal / manevi bir yükseliş olduğunu savlayanlar İsra Suresi’nin 60. ayetine dayanmaktadırlar. Ayette şöyle denilmektedir:

” Hani sana: “Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır.” Sana gösterdiğimiz o rüyayı / görüntüleri… yalnıza insanları sınamak için gönderdik.Biz onları korkutuyoruz ama bu onlara büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamıyor.”

Bu ayette geçen ” rüya ” sözü mealen Türkçe’ye ” görüntüler ” olarak çevrilmekte ve Kur’an yorumcularının büyük çoğunluğuna göre bu rüya ifadesi Hazreti Muhammed’e Miraç gecesi gösterilen görüntüleri anlatmaktadır. Buradan hareketle Miraç’ın aslında ruhsal yükseliş ve rüya olduğu anlaşılmaktadır. Bizce de Miraç, Hazreti Muhammed’in gördüğü kutsal bir rüyadır. Alevi teolojisi de bu yöndedir. Bizce Alevi Miraç anlatılarında olayın bir rüya olarak görüldüğü açıktır. Miraç’ı rüya olarak nitelemek olayı küçültmez. Tam tersine daha da büyütür. Çünkü rüya denilen olay bizim uyanıklık dediğimiz nitelikten çok daha yüksek bir boyutu işaret etmektedir. Kaldı ki burada söze konu rüya hadisesi sıradan bir insanın rüyası değil bir peygamberin rüyasıdır. Ayrıca unutulmamalıdır ki, peygamberlerin vahiy alma yollarından biri de rüyadır. Bu nedenle Miraç’ı rüya olarak değerlendirmek onun kıymetini azaltmaz, tersine yükseltir.

Sünni Anlatıda Miraç Olayı

Sünnilerin itibar ettiği ünlü hadis derlemelerini içeren kitaplardan ( Buhari, Müslim ve Nesai gibi Kütüb- ü Sitte’ye dahil kitaplardan ) öğrendiğimize göre Sünni teolojide Miraç konusunda şöyle bir anlatı mevcuttur:

Hazreti Muhammed Mekke devrinin sonlarına doğru bir gece Tanrı tarafından Mekke’den Kudüs’te bulunan Mescid – i Aksa’ya isra / gece yürüyüşü yoluyla götürülür, oradan da Sidretü’l – Münteha ve Cennetül Me’ va’ya yükseltilir. Bu noktaya kadar kendisine refakat eden Cebrail refakati bırakır ve peygamber, “refref” adı verilen bir vasıta ile Tanrı katına kadar gelir.

Hazreti Muhammed Mekke’den Kudüs’e Burak ile gelir. Kudüs’e gelmeden yolda Hazreti Musa’nın makamına uğrar. Orada 2 rekat namaz kılar. Mescid – i Aksa’ye geldiğinde ise onu bütün peygamberler karşılar. Hazreti Muhammed bütün peygamberlere 2 rekat namaz kıldırır ve hutbe okur.

Bir rivayete göre Hareti İsa’nın doğduğu yer olan Betlaham’a uğrar, orada da iki rekât namaz kılar. Ve bugün Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraç’a yükselir.

Hazreti Muhammed, göğün bütün katmanlarına uğrar. Sırasıyla yedi gök katmanında bulunan Hazreti Adem, Hazreti Yahya ve Hazreti İsa, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Harun, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim gibi peygamberlerle görüşür. Onlar kendisine “Hoş geldin” deyip tebrik ederler.

Sünni anlatıda Miraç ile ilgili en ilginç konulardan biri de günde elli vakit namaz kılma buyruğudur. Buna göre peygamber Hazreti Muhammed, Miraç’ta Tanrı’dan inananlar için günde elli vakit namaz buyruğu almış fakat dönüşte yolda Hazreti Mus’ya rastlamış, Hazreti Musa, Hazreti Muhammed’e günde elli vakit namazın inananlara ağır geleceğini söyleyerek Tanrı’dan bunu indirmesini istemiştir. Hazreti Muhammed, Hazreti Musa’nın öğüdüyle yeniden Tanrı katına gidip günlük namaz vakti sayısının indirilmesini talep etmiştir. Her gidişinde beş vakit indirmiştir. Her seferinde Hazreti Musa, Hazreti Muhammed’e daha da indirmesi için Tanrı katına tekrar gitmesini istemiştir. En son beş vakte indiğinde bile Hazreti Musa aynı isteği yinelemiştir. Fakat Hazreti Muhammed bundan daha az sayıda vakit için Tanrı’dan ricada bulunamayacağını belirtmiştir. Böylece Sünni teolojiye göre günlük beş vakit namaz kesinleşmiştir. Bu anlatı Sünni teolojinin en güvenilir kaynakları arasında kabul edilen Buhari’nin hadis derlemesinde ve diğer kimi derlemelerde mevcuttur.

Alevi teolojisine ve özellikle Kırklar Meclisi ve Cemine yönelik mütecaviz tutumları anımsandığında Sünni teologlara şu soruları sormak yerinde olacaktır:

1. Tanrı peygamber bile olsa birilerinin isteğiyle sürekli görüş değiştiren ve karar veremeyen bir varlık mıdır ki elli vakti kademe kademe beşe kadar indirmiştir?

2. Hazreti Muhammed, günlük elli vakit namazın kendi inananları için katlanılamayacak / yerine getirilemeyecek derecede zor olduğunu akıl edemeyen biri midir ki Hazreti Musa’nın akıl vermesiyle hareket etmektedir?

3. Tanrı ve Hazreti Muhammed namaz vakitleri konusunda pazarlık mı yapmışlardır?

4. Hazreti Musa, Tanrı ile Hazreti Muhammed arasındaki pazarlıkta aracılık mı yapmıştır?

5. Hazreti Musa, namaz vakitleri konusunda hem Hazreti Muhammed’e hem de Tanrı’ya etkide bulunan gerçek bir belirleyici midir?

6. Yoksa Sünni İslam’daki günlük beş vakit namaz uygulamasının kaynağı Hazreti Musa mıdır?

7. Sünniler günde elli vakit namaz yerine beş vakit namaz kıldıkları için Hazreti Musa’ya şükran ve minnet borcu içerisinde midirler?

8. Tanrı, günlük elli vakit namazın insanlar için güç olduğunu Hazreti Musa olmasa anlamayacak mıydı?

Bu sorulara karşı şöyle bir savunma geliştirilmektedir:

“Hazreti Peygamber’e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır.” (Buhâri, Salat, 76, Enbiya, 5.)

Bu savunmanın ne derece ikna edici olduğu herkesin kendi inanç dünyasıyla ilgili bir sorundur. Ancak bizi ikna etmediğini belirtmeliyiz. Hatta ikna bir yana bu savunma bize göre son derece gülünçtür.

Miraç’ta Gerçekte Ne Oldu?

Metafizik bir olay olması hasebiyle Miraç, Kur’an’da ayrıntılı olarak işlenmiş değildir. Buna karşın kimi ayetlerin Miraç’la ilgili bir kısım bilgiler içerdiği de bilinmektedir. Bu ayetlerden yola çıkılarak bir takım yorumlarla konu anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ancak şunu anımsatalım ki, Miraç’ta gerçekte neyin olduğunu her teolojik yapı kendince açıklamaktadır. Bu açıklamalar birbiriyle uyuşmayan hususlar içermektedir. Yani Sünni, Şii ve Alevi teolojisinde farklı farklı Miraç anlatıları mevcuttur. Her teolojik yapı kendi bakış açısıyla diğerini tenkid ve tekzip etmektedir.

Bu noktada Necm Suresi 1 – 18. ayetlerine müracaat etmek yerinde olacaktır. Söze konu ayetlerde gayet kapalı da olsa Miraç’tan şu şekilde bahsedilmektedir:

“Andolsun aktığında o yıldıza ki,

Arkadaşınız ne sapıtmış ne de azmıştır.

O, kendi kuruntusundan konuşmuyor.

Onun söyledikleri, kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir.

Onları ona güçleri pek şiddetli olan öğretmiştir.

O, güzellik ve güç sahibidir.

Tanrı huzurunda dosdoğru durmuştur.

O sırada O, en yüksek ufuktaydı.

Sonra yaklaştı ve O’na doğru sarktı.

Yakınlığı iki yay aralığı kadar veya daha azdı.

Sonra Tanrı kuluna vahyettiğini vahyetti.

Gördüğünü kalbi yalanlamadı.

Durum bu iken gördüğü şey konusunda O’nunla tartışıyor musunuz ?

Andolsun ki, O, O’nu bir de inişinde gördü.

Hem de Sidretü’l – Münteha’nın yanında.

Me’ va Cenneti o Sidre’nin yanındadır.

O sırada Sidre’yi bürüyen bürümüştü.

Göz ne şaştı ne de haddi aştı.

Andolsun O, o anda rabbinin ayetlerinden bir bölümünü gördü.”

Bu ayetlerde geçen iki ifadeyi açıklamakta yarar bulunmaktadır. Biri Sidretü’l – Münteha diğeri ise Cennetü’l – Me’ va’dır. Sidretü’l – Münteha, son ağaç yani yaratıklar aleminin son noktası demektir. Bundan ötesi yalnızca Tanrı’nın bilgisi kapsamındadır. Cennetü’l – Me’ va ise inanışa göre melekler, şehitler ve müttakilerin / Tanrı’nın sevgili kullarının ruhlarının barındığına inanılan yerdir.

Yukarıda sunulan ayetlerden anlaşılacağı gibi Hazreti Muhammed, Miraç’a çıktığını ilan edince Mekkeli Müşrikler onunla dalga geçmişler, onun sapıttığını, azgınlık ettiğini ileri sürmüşlerdir. Anlattığı şeylerin kendi uydurması olduğunu, deyim yerindeyse Hazreti Muhammed’in masal anlattığını ileri sürmüşlerdir. Ne kadar ilginç değil mi ? Sünni ve Şii teologların da bir kısmı Alevilerin Kırklar Meclisi ve Cemi inancına da masal diyorlar…

Sünni ve Şii teologların yüzyıllar önce Hazreti Muhammed’i yalancılıkla, sapıtmışlıkla ve masal anlatmakla suçlayan Müşriklerle aynı safa düşerek Alevilerin Kırklar Meclisi ve Cemi inancına da masal / efsane demeleri idrak sahibi insanlar için gerçekten ibret verici değil midir ?

Konunun daha iyi anlaşılması için Alevi teolojisindeki Miraç olayını ve onun ayrılmaz bir parçası olan Kırklar Meclisi ve Cemi inancını hülasa ederek anımsamak yerinde olacaktır.

Alevi Anlatıda Miraç Olayı

Alevi teolojisinde Miraç olayı ve Kırklar Meclisi inancı başta İmam Cafer Buyruğu olmak üzere pek çok Alevi ozan tarafından yazılan / söylenen Miraçnamelerde ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır. Yine bilindiği üzere cemlerde bu miraçnameler coşkun bir biçimde söylenmekte ve Hazreti Muhammed’in Miraç’ı canlandırılmaktadır.

Şimdi bu Miraçnamelerden yola çıkarak Alevi inancındaki Miraç olayını ve Kırklar Meclisi inancını özetleyerek anımsayalım:

“Cebrail gelir. Hazreti Muhammed’e Tanrı’nın kendisini Miraç’a çağırdığını iletir. Hazreti Muhammed, Burak adlı bineğe binerek Miraç’a yükselir. Yolda önüne bir arslan çıkar. Arslan ona geçit vermez. Tanrı’nın esinlemesiyle Hazreti Muhammed, parmağındaki yüzüğü arslana verir. Bunun üzerine arslan önünden çekilir. Hazreti Muhammed Tanrı katına gelir. Tanrı ona seslenir. Bu ses Hazreti Ali’nin sesidir. Yani yüce Tanrı, Hazreti Muhammed’e Hazreti Ali’nin sesiyle seslenmiştir. Hazreti Muhammed şaşkınlıkla; ” Ey Ali, sen misin ? ” diye sorar. Bunun üzerine Tanrı; ” Ey Muhammed, ben sana, senin en sevdiğin kişinin sesiyle sesleniyorum.” der. Sonra Hazreti Muhammed, Hazreti Allah’ı görür. Kuşku yok ki Allah’a özgü bir suret yoktur. Bu nedenle yüce Allah Hazreti Ali’nin suretinde görünür. Başka bir deyişle yüce Allah, kulu ve elçisi Hazreti Muhammed’e görünürken Hazreti Ali suretinde tecelli eder. Hazreti Muhammed Miraç’ta yüce Allah ile doksan bin kelam konuşur. Hazreti Muhammed’e; süt, bal ve elma verildiği rivayet edilir. Bal aşka, süt sevgiye, elma ise dostluğa işaret eder. Hazreti Muhammed, Allah’ın esinlemesiyle Kırklar Meclisinin bulunduğu kutlu dergaha uğrar. Dergahın kapısını çaldığında içeriden bir ses, ” Kimsin ? ” der. Hazreti Muhammed sese; ” Ben peygamberim !” diyerek yanıt verir.

Aynı ses bu kez; ” Peygamberliğini git ümmetine yap. Bizim aramıza peygamber sığmaz ! ” der. Hazreti Muhammed kapıdan ayrılıp yürümeye başlayınca gaipten gelen bir ses ayrılmamasını kapıyı yeniden çalmasını ama yanıtı farklı vermesini söyler. Hazreti Muhammed yine kapıyı çalar. İçerden yine; “Kimsin ? ” diye sorulur. Bu kez Hazreti Muhammed; “Ben de sizden biriyim.Szin gibi bir insanım. Yoksulların yardımcısyım.” der. Bu yanıttan sonra kapı açılır. Hazreti Muhammed içeri alınır. İçerdekiler Hazreti Muhammed’i “Hoşgeldin, sefa getirdin, uğur getirdin.” diyerek karşılarlar. Hazreti Muhammed içerde oluşmuş bir meclis görür. Hatta sayımını da içinden yapar. Tam 39 kişi vardır. Üstelik bu meclis kadın ve erkeklerden oluşmuştur. Bunların 22’si erkek 17’si kadındır. Hazreti Muhammed’e yer gösterilir. O da gösterilen yere oturur. Gösterilen yer baş köşedir. Hazreti Ali de meclistedir.

Hazreti Muhammed sorar:

“Size kimler denir ?” der. “Bize Kırklar denir” diye yanıt alır. “Ama burada 39 kişi saydım.” der. O sırada Selman – ı Pak yoktur. Hazreti Muhammed; “Peki sizin ulunuz, büyüğünüz, küçüğünüz kim ? ” diye sorar. Gelen yanıt şöyle olur:

“Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de uludur. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir.” denir. Bunun üzerine Hazreti Muhammed, meclisten bunu kendilerine kanıtlamalarını söyler. O sırada Hazreti Ali kolunu uzatır ve gömleğini sıyırır. İçlerinden biri “destur” diyerek bıçağın ucu ile kolunu hafif kanatır. Kolundan bir damla kan akar. Onu, her canın kolundan birer damla kanın gelmesi izler. 40. canın bir damla kanı da pencereden içeri gelir. Bu ise Selman-ı Pak’ın kanıdır. Sonra Hazreti Ali kolunu bağlar, hepsinin kanaması durur. Selman-ı Pak, bir üzüm tanesi getirir. O’nu Hazreti Muhammed’e verir ve bölüştürmesini ister. Hazreti Muhammed verilen kapta üzüm tanesini ezer, çıkan dem meclisteki kadın – erkek canlara dağıtılır. Kırklar, üzüm suyunu içerler. Hep birlikte mest olurlar. “Ya Allah” deyip semah dönerler. Hazreti Muhammed de Tanrı esinlemesiyle onlara katılır. Büyük bir coşku ile vecd halinde semah dönülürken Hazreti Muhammed’in başından sarığı düşer. Kırk parçaya bölünür. Kırklar, parçaları bellerine bağlarlar, kemerbest olurlar. Hazreti Muhammed, Kırklar Meclisi’ne pirlerini sorar. ” Pirimiz Ali’ dir ” derler. Hazreti Ali, Hazreti Muhammed’in yanına gelir. Hazreti Muhammet, Hazreti Ali’ nin parmağında, Miraç’a giderken “aslana” verdiği yüzüğü görür. Hazreti Ali’ ye sarılır, onu bağrına basar.”

Hazreti Muhammed, gelen vahiyleri tebliğle görevli bir Nebi / Resul olmasının yanında, Kırklar Meclisi tarafından seçilmiş bir “Mürşit” tir. Yine bu meclisçe Hazreti Ali de “Rehber” ve Tanrıelçisinin / peygamberin vekili olarak seçilir. Alevi teolojisne göre Miraç’ta Hazreti Muhammed’e beş vakit namaz değil zikir, secde ve semah buyruğu verilmiştir. Bunun icra şekli de cem adı verilen ibadet biçimidir.

Kırklar Meclisi ve Cemi ile ilgili Sünni ve Şii teologların mütecaviz sorularına geçmeden önce belirtmemiz gereken kimi hususlar vardır.

Şöyle ki;

1. Bize göre Miraç nasıl bir metafizik olay ise Kırklar Meclisi de metafizik bir olaydır. Gerek Miraç gerekse onun bir parçası olan Kırklar Meclisi zahir aleminde değil batın aleminde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Kırklar Meclisi ve Ceminin toplandığı yer / dergah fizik alemde yani dünyanın her hangi bir köşesinde değildir. Manevi, metafizik bir alemdedir. Diğer bir ifadeyle batın alemindedir.

2. Miraç, Hazreti Muhammed’in Allah’ın esinlemesiyle gördüğü kutsal ve kutlu bir rüyadır.

3. Miraç, coğrafi bir yolculuk olarak görülemez. Hazreti Muhammed, bedenen değil ruhen uruç ederek Miraç’a yükselmiştir.

Bu üç yaşamsal noktadan sonra gelelim Sünni ve Şii teologların mütecaviz sorularına…

Derler ki, Kırklar Meclisinin toplandığı dergah nerededir? Neden Kur’an’da ve hadis kitaplarında Kırklar Meclisinden bahsedilmemektedir?

Yanıtımız şudur:

Kur’an’da Miraç olayından ayrıntılı bir biçimde bahsedilmemektedir. Çünkü Miraç metazifizik bir olaydır. İnsanların idrak sınırlarının dışındadır. Bu nedenle Miraç’a dair kısmi anlatılar bile çeşitli simgelerle ortaya konulmuştur. Kur’an’da sembolik örgülerle ve kapalı bir biçimde de olsa Miraç’tan bahsediliyor oluşu bu konuya dair İslami inancın temelini teşkil etmektedir. Bu temel Sünni, Şii ve Alevi teolojilerinin her üçü için de sözkonusudur. Miraç’a dair hadislerde anlatılanların ne denli isabetli olup olmadığının göstergesi günde elli vakit namaz komedisidir.

Sünni ve Şii Miraç anlatılarının dayandığı hadis kitapları sayısız çelişki, tutarsızlık ve hatta gülünçlüklerle doludur. Bu konuda zirve noktası daha evvel de belirttiğimiz gibi günde elli vakit namaz olayıdır. Bu hadis kitaplarında Hazreti Muhammed’e mal edilen çirkin ifadeler mevcuttur. Bir süre önce Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bu türden, özellikle kadınlarla ilgili ifadelerin ayıklanması çalışmasının başlatılmış olması söze konu hadis kitaplarının ne denli güvenilir olduğunu da ortaya koymakta değil midir ?

Alevi Miraç anlatısı ve onun bir parçası olan Kırklar Meclisi ve Cemi inancı Kur’an ayetlerindeki simgesel ifadelerin mistik ve sezgisel yorumlarına dayanmaktadır. Alevi literatüründeki Miraçnameler, bu mistik ve sezgisel yorumların ürünüdür. Mistisizmi / tasavvufi yorumları yadsıyıp zahiri sığlığın en ücra köşelerinde gezinen Sünni ve Şii şeriat ehli bambaşka bir dinsel paradigmanın sınırlarına hapsoldukları için genelde Alevi teolojisini özelde ise bu teolojinin Miraç anlatısını idrakten yoksundurlar. Zaten böylesi bir idrak söz konusu olsaydı Sünni ve Şii teologlar derhal Alevi teolojisini benimseme noktasına gelirlerdi.

Diyorlar ki, Kırklar Meclisinin üyeleri Hazreti Muhammed’e; ” Peygamberliğini git ümmetine yap, Bizim aramıza peygamber sığmaz.” diye nasıl diyebilirler? Burada peygambere yönelik bir küçümseme yok mudur ? Hazreti Ali ve Hazreti Salman – ı Farisi gibi peygamberin ashabından olan bu kişilerin bulunduğu bu mecliste peygambere nasıl böyle seslenilebilir? Onlar da zaten o peygamberin ümmeti değil midir?

Yanıtmız şudur:

Hazreti Muhammed Kırklar Meclisinde ” Mürşit ” makamındadır. Mürşit makamında bulunan bir kişi nasıl küçümsenmiş olabilir ki ?

Burada Hazreti Muhammed’e yönelik bir sınav ve bir eğitim sözkonusudur. Bu sınavı yapan yüce Allah’tır. Kırklar Meclisi bu sınavda bir vesiledir. Bu diyalogtan anlaşılmalıdır ki, Hazreti muhammed peygamber de olsa bir insandır. Alçakgönüllü olmalıdır. Öfkelenmemelidir. Nitekim verdiği sonraki cevap peygamberin bu sınavı geçtiğini göstermektedir.

Ayrıca Kur’an’da Fussilet Suresi 6. ayette Hazreti Muhammed’in de bir insan olduğu, kendisine vahiy gelmesinden başka diğer insanlardan bir farkının olmadığı vurgulanmaktadır.

Yine bilmekteyiz ki, Hazreti Muhammed’in tebliğ görevini gerçekleştirirken zaman zaman öfkelendiği anlar olmuştur. Bunlardan biri Abese Suresi’nin ilk on ayetinde şöyle anlatılmaktadır:

“Yanına kör bir adam geldi diye yüzünü ekşitti ve öteye döndü.

Sen nereden bilirsin, belki de o arınıp temizlenecek,

Belki de düşünüp taşınacak da öğüt kendisine yarayacak.

Kendisini her türlü gereksinimin üstünde gören kişiye gelince,

Ki, sen ona yöneliyorsun;

Sana ne onun arınmasından!

O, koşarak sana gelen var ya;

Odur içine ürperti düşen.

Oysa sen onunla ilgilenmiyorsun !”

Bu ayetlerde anlatılan şudur:

Birgün Hazreti Muhammed, Müşriklerden önde gelen, varlıklı kimselere İslam’ı tebliğ etmektedir. Bu sırada iki gözü kör bir adam gelip yüksek sesle ve nezaket kurallarından uzak bir tavırla Hazreti Muhammed’den kendisine İslam’ı anlatmasını ister. Bunun üzerine peygamber öfkelenip yüzünü ekşitir ve başka bir tarafa çevirir. İşte bu davranışından dolayı Hazreti Muhammed Allah tarafından uyarılmıştır. Yukarıdaki ayetlerde bu olay konu edilmektedir.

Diyorlar ki, Hazreti Muhammed, Kırklar Meclisi üyelerine; ” Size kimler derler? ” diye nasıl sorar? Peygamber oradaki insanları nasıl tanımaz? Onlar zaten Hazreti Muhammed’in ümmetinden olan kişiler değil mi?

Yanıtımız şudur:

İnanışa göre Kırklar Meclisi Kırk Ulu kişiden oluşmuştur. Bizce bu kırk ulu kişi arasında Hazreti Muhammed’in döneminde yaşayan, onun sahabelerinden olanlar bulunduğu gibi çok daha sonra dünyaya gelip insanlığı aydınlatan erenlerin de ruhaniyeti vardır. Sözgelimi; Hünkar Hacı Bektaş Veli, Gözcü Karacaahmet Sultan ve İsmini, ünvanını bilmediğimizi gaip erenler…Unutulmamalıdır ki Kırklar Meclisi tıpkı Miraç gibi Hazreti muhammed’in gördüğü kutsal ve kutlu bir rüyadır. Hazreti Muhammed bu rüyada kendi ashabından olmayan, yani kendisinden yüzyıllar sonra dünyaya gelecek olan erenleri de görmüştür.

Hazreti Muhammed’in ” Size kimler derler ? ” sorusunu bu çerçevede anlamak lazımdır. Ayrıca Hazreti Muhammed’in sorusu Kırklar Ceminde bulunan bireylere değil Kırklar Meclisinin tümünedir. Yani soru bireylere değil Meclisedir.

Hazreti Muhammed’in Miraç’ta Hazreti Ali’yi arslan donunda görmesi, Allah’ın peygambere Hazreti Ali’nin sesiyle seslenmesi ve Hazreti Muhammed’e Hazreti Ali suretinde görünmesi / tecelli etmesi gibi metafizik olaylara dair işaret yukarıda Türkçe anlamını sunduğumuz Necm Suresi 18. ayette bulunmaktadır: Aynı ayeti tekrar sunalım:

“Andolsun O, o anda rabbinin ayetlerinden bir bölümünü gördü.”

Ayet, Tanrı’nın varlığını işaret eden herşeydir. Nitekim, ayet sözcüğü Arapça’da belge, kanıt, delil gibi anlamlara gelmektedir. Yani ayet denildiğinde sadece Kur’an cümleleri yada cümle toplulukları anlaşılmamalıdır. Bu nedenle Miraç’ta Hazreti Muhammed’in Hazreti Ali’yi önce arslan donunda görmesi, sonra Tanrı’nın ona Hazreti Ali’nin sesiyle seslenmesi, Hazreti Ali suretinde görünmesi ve peygamberin Kırklar Meclisine girmesi ayette işaret edilen “ayet”lerdendir.

Kendi teolojik paradigmalarıyla dayandıkları hadis kitaplarından yola çıkarak Hazreti Muhammed’in Miraç’a yükselirken yolda hemen hemen ölmüş bütün peygamberleri gördüğünü, onlara namaz kıldırdığını, elli vakit namazı beşe indirmek için Hazreti Musa’dan akıl aldığını, bu nedenle deyim yerindeyse Allah’la pazarlık yaptığını ileri sürenler, Alevi anlatısında belirtildiği üzere Hazreti Muhammed’in Hazreti Ali’yi arslan donunda görmesi, Hazreti Allah’ın Hazreti Muhammed’e Hazreti Ali’nin sesiyle seslendiği inancını yadırgayabilmektedirler.

Oysa Necm Suresi 18. ayetten yola çıkarak tüm Aleviler inanmaktadırlar ki, Tanrı’nın evrendeki en büyük ve en muhteşem ayeti Hazreti İmam Ali’dir. O doğrudan doğruya yüce Allah’ın mübarek tecellisidir. Sesi Allah’ın sesidir. Yüzü vechullahtır. Bunlar Aleviliğin iman unsurlarıdır. İnanan inanır. Zira inancın kanıtı yoktur.

Sünnilerin dayanak kabul ettikleri hadis kitaplarında Hazreti Muhammed’e Miraç’ta beş vakit namazın emredildiği ileri sürülmektedir. Oysa bu konuda Kur’an’dan hiçbir kanıt yoktur. Tam tersine Miraç’ta Hazreti Muhammed’e vahyedilenler İsra Suresi 31 – 38. ayetlerde belirtilmektedir. Söze konu ayetlerin Türkçe karşılıkları şöyledir:

“Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandırıyoruz. Kuşkusuz onları öldürmek büyük bir günahtır.

Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, iğrenç bir iş ve çok kötü bir yoldur.

Haklı bir neden olmadıkça Allah’ın saygın kıldığı cana kıymayın. Kim haksızlıkla öldürülürse, onun velisine yetki verdik. Ama o da öldürmede sınır tanımazlık etmesin. Çünkü kendisine yardım edilmiştir.

Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluk gerektirir.

Ölçtüğünüz zaman tam ve dürüst ölçün. Doğru tartı ile tartın. Bu, hem hayırlı hem de sonuç olarak güzeldir.

Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, gönül ve bunların hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.

Yeryüzünde kasılıp kabararak yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın. Uzunlukça da dağlara ulaşmazsın.

Bütün bu sayılanların kötü olanları rabbinin katında çirkin görülmüştür.”

Alevi teolojisine göre Hazreti Muhammed, yukarıdaki ayetlerde ortaya konulan ahlaki ilkelerle birlikte ibadet olarak da zikir, secde ve semahla emrolunmuştur. Bu emrin ilk uygulanma yeri de Kırklar Meclisidir. Kırklar Meclisinde yürütülen ilk cem; zikir, secde ve semahın bir ibadet olarak icra edildiği tapınma biçimidir. Bu nedenle Alevi inancında temel ibadet cemdir. Cemin yerine başka bir ibadet biçimini savunmak Alevi inancının sınırlarının dışına çıkmaktır.

Sözlerimizin sonunda öneminden dolayı tekraren belirtelim ki, Kırklar Meclisi ve Cemi inancı Aleviliğin en temel öğesidir. Kırklar Meclisi ve cemine; masal, efsane, mitoloji yakıştırması yapmak topyekûn İslam’a ve Miraç olayına masal, efsane ve mitoloji demekten farksızdır. Kuşkusuz müminler için hak olan Kırklar Meclisi ve cemi inancı yalnızca münkirler / inkârcılar için masal olabilir.

Kaynak:www.kizildelisultan.com

9 Mayıs 2017 Salı





Kerbela faciası 

Kerbela faciasının; o kötü katliamın gerçek­leşmesinden sonra, kervanın gelmesine şahit olan herkes ağlamaya başladı. Çünkü halkın çoğu ya Hz. Hüseyin'e karşı savaşa bizzat ka­tılmış veya fırsat kollayarak susmuş böylece olup bitenlere rıza göstermişlerdi.
Hz. Zeyneb halkın göz yaşlarını görünce çok kızdı ve onlara dönerek şöyle buyurdu:
"Yüce Allah'a hamd-ü sena, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beytinin pak ruhlarına selam olsun! Ey Küfe halkı! Ey hilekar ve düzenbazlar! Ey Mektup yazarak bizi davet edenler! Siz bizi buraya çağırdınız ve biz gelince hak dininizi ayaklar altına aldınız ve düşmanlarımızla anlaştınız.
Şimdiyse görüyorum ki, bizim başımıza gelenlere ağlıyorsunuz. Halbuki bu büyük musibeti kendi elinizle hazırladınız. Sizin kıssanız iplerini kendi eliyle toparlayıp kazak ören sonra sökerek kendi emeğini heba eden kadının durumuna benziyor.
Hz. Zeyneb'in konuşması Kufe halkını kor­ku ve dehşete düşürdü, Özellikle hutbesinin sonunda şöyle buyurması .
"Ey Küfe halkı erkekleriniz bizi öldürüyor, kadınlarınız da buna ağlıyor. Allah kıyamet­ de aramızda hakem olacaktır."

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Alevilik,ve kızılbaşlık Nedir.!!



Alevilik,ve kızılbaşlık Nedir.!!

Hakk Muhammed Ali, Ehl-i Beyt ve Oniki İmam kutsallığını, sevgisini, sevdasını yüreğinde taşıyan;
Keremler Sultanı Ali’yyel Murtaza’nın Hazreti Muhammed’in vekili, vasisi, halifesi, imamet kapısının başı, velayet kapısının şahı olduğuna inanan;
Ali evine ve onun soyuna bağlanan, ikrar-ı bent olup Ali evinin İslam tasavvufu inancıyla hareket
eden;
Hazreti Ali’nin adaletinden, onun insani değerlerinden ayrılmayan;
insanı merkez alıp, yüreği insan sevgisiyle dolu, insanın hak ve hukukuna, bütün canlıların hak ve hukukuna riayet eden; çevre dengesiyle uyum içinde yaşamayı ilke edinen;
bütün inançlara saygı ve hoşgörüyle bakan; din, dil, ırk, cins, renk farkı gözetmeyen;
eline, diline, beline, işine, aşına, gözüne sahip olma ilkesiyle hareket eden;
inançlı, imanlı, ikrarlı, itikatlı insanları bünyesine alarak, onları Hakk’a ulaşmaları için manevi olarak
donatıp doyuran, onlara Hakk’ın hakikatini, göksel hazinenin sırlarını
öğreten;
dört kapı kırk makam, İnsan-ı Kâmil olma yolunda kendini kendisinde fark ettiren; sevgi, hoşgörü, paylaşım, muhabbet, şefkat, erdem, merhametle hareket eden; kinden, kibirden, buğuzdan, kötü duygu ve davranışlardan uzak olmayı yeğleyen; zalimin, sömürenin karşısında yer alıp fakirin, yoksulun, yetimin, garibanın, ezilenin yanında olan; emeği kutsal bilen; ilim, irfan, kemalet ve marifetli bir toplum yaratmak için çalışan; insanlara ve insanlığa hizmet etmeyi ilke edinen; Hakk’ı insanda, insanı Hakk’ta gören; bilimsel temelde hareketi esas alan; Hazreti Ali soyuna dost olanla dost olan, düşman olandan uzak duran bir inanç sistemidir.

Kısaca. Kızılbaşlık Nedir :


Uhut şavaşında yezit ordusu ile Savaşırken sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed( s.a.v) yaralanır dişi kırılır kanı yere düşmemesi için
Hz .Ali başındaki sarığı kanı durdurması için
Sevgili Peygamberimizin kırılan dişine yarasına tutar ve kan durur . sevgili Peygamberimiz Hz muhammed ( s.a.v ) derki. Ya Ali eğer kanımın bir damlası yere düşseydi dünya Helak olurdu der...Hz.Ali o kanlı sarığı başına sarar yezitlerle şavaşır. Yezit ordusu
Hz Aliye kızılbaşlı der..kızılbaşlık ordan kalma işte kızıl kan sevgili Hz.Muhammed ( s.a.v ) kanıdır....Hala yezit EHLİBEYT'in kanını akıtmakta..
( Fahrettin ŞahmerdanHızıraşkına )